Ağrı Dağı’nın ‘sadece adını bilen’ çok kişi var… En yüksek olduğu bilgisi de ilkokul ‘sosyal bilgiler’ dersinden… Yerinde görmek ve zirvesine tırmanmaksa bambaşka tabii. Benimle bu zorlu seyahate gelen dört arkadaşımla beraber önce Van’a uçtuk, sonra Doğubayazıt’ta tura katılan diğer arkadaşlarımızla tanışıp İshak Paşa Sarayı’nı gezdik ve akabinde toplu halde akşam yemeği yedik. Montis Trips&Expeditions’ın düzenlediği bu zirve turunda grubumuz dağ ve doğa tecrübelerine sahip 4’ü kadın 14 kişiden oluşuyordu. Turun 2’nci gününün sabahı hepimiz hazırdık.
İshak Paşa Sarayı, Doğubayazıt
Bizi yürüyüşe başlayacağımız noktaya götüren araçlardan Ağrı Dağı’nı izleyerek 20 dakikalık bir yolculuk yaptık. Doğubayazıt’ta nerede olursanız olun, her yerde Ağrı Dağı’nı görüyorsunuz. O kadar devasa bir görüntüsü var ki yıllarca insanların neden tapındığını ve efsaneler yaratıp hayatlarının odak noktasına yerleştirdiklerini anlamakta zorlanmıyor insan. 2 bin metre civarında, araçlardan indik. Etraf eşyamızı taşımakta bize yardımcı olacak katırlar ve bu işi organize edecek kişilerle doluydu.
Zirvede buzullara doğru…
Eşya yüklenirken 3 bin 200 metredeki ana kampımıza doğru 4-5 saat sürecek yürüyüşümüze başladık. Hava sıcak ve sürekli terlerken her kafamızı kaldırdığımızda Ağrı Dağı’nın zirvesindeki buzulları görüyorduk ve orada olmayı hayal ediyorduk. Ana kamp yürüyüşü patika boyunca ve çok dik olmayan eğimiyle oldukça rahattı. Ancak yine de herkes ilk günün hamlığı ve heyecanıyla biraz zorlandı. Yol boyunca birçok başka grup da gördük. Türkler dışında, başta İranlılar olmak üzere, İngilizler, Fransızlar, İspanyollar da Ağrı Dağı’nda ‘zirve yapmak’ için yoldaydı. Verdiğimiz birkaç mola, sandviçli ve meyveli öğlen yemeği derken ana kampa vardık. Çadırlarımız önceden kurulmuştu. Artık 3 bin 200 metredeydik. Hava akşama doğru soğudu ve bize 3-4 gün boyunca eşlik edecek rüzgâr çıktı. 3 bin 200 metrede ilk gece çok zor geçti.
“2 bin metrede, tırmanışa yardımcı olacak katırlar ve rehberlerimizle buluştuk.”
Mide bulantısı, baş ağrısı, uyuyamama gibi dağ rahatsızlıkları grubun geneline sirayet etmişti. Ben de bundan payımı aldım ve ilk gecemde çadırda 15’er dakikalık uykulardan oluşan seanslarla toplamda 2-3 saatlik bir süre uyuyabildim. Üçüncü günün sabahında kahvaltı sonrası, 4 bin 100 metredeki ikinci kampa gitmek üzere yola çıktık. Öğleden sonra kampa varacak, 1 saat kalıp 3 bin 200’deki ana kampa geri dönecektik. Aklimatizasyon denen yüksek irtifaya alışma günümüzde 900 metre çıkıp indik. Yükseklere çıktıkça, haliyle çıkış daha zorlaştı. Hem çarşak denen küçük kaya parçaları üzerinde yürümek zorunda kaldık hem de oksijen azalmasından dolayı nefes nefeseydik. 4 bin 100 metreye ulaştığımızda verdiğimiz molada, hayatımda çıktığım en yüksek noktadaydım. Bir sonraki gün 5 bin 137 metrelik zirve yürüyüşümüzde her çıkılan metre benim için ayrı bir rekor olacak diye de kendi kendime tebessüm ettim.
Yüksekte uyumak zor
Uykusuzluğun verdiği yorgunluk grubun geneline yayılmış durumdaydı. 4 bin 100 metrede çok fazla kalmadan, tekrar ana kampa doğru inişe geçtik. Yaklaşık 7-8 saat süren çıkış ve inişten sonra ana kampa geldiğimizde etrafın daha da kalabalıklaştığını gördük. Her taraf çadırlarla dolmuş ve dağcılar günbatımını seyretmek için çadırlarının dışına çıkmıştı. Gökyüzü kırmızının her tonuna dönüştüğünde herkes fotoğraf çekiyordu. 4’üncü ve 5’inci günün bir arada yaşanacağı bir güne kalktık. ikinci kampa çıkışımız ve çadırlara çekilişimize kadar geçen süre, sanki hiç yaşanmamıştı ve aradan çıkmalıydı. Herkes gece saat 2.00’de başlayacak zirve yürüyüşüne kilitlenmişti.
Burak Özberk, hayatının en zor yürüyüşünü zirveye doğru yaparken her soluğu kesildiğinde ‘Çocuklarım için’ diyerek ilerledi…
Ama artık son düzlükteydik. Vücudumuzu saran adrenalin sayesinde tüm yorgunluk ve tükenmişliğimize karşın zirve yürüyüşümüzü kesintisiz devam ettirdik. 4 bin 700 metrelerdeki molamız sonrası bende mide bulantısı başladı. Kafamdan ne zaman bulantının artacağı ve beni zirveye ulaştırtmayacağı fikri geçse, aklıma çocuklarımla geçirdiğim güzel günleri getirdim. Onlara örnek ve ilham olmakla ve bunu onlar için yaptığım düşüncesiyle kendi kendimi telkin ettim.
En zor yürüyüş
4 bin 900’lere çok zor ulaştım. Ayağımıza kramponları taktığımızda geriye 1.5 saat sürecek buz üstündeki yürüyüş kalmıştı. Bu arada rüzgâr hızını 70-80 km’lere çıkarmış ve bu, plato denen bölümde yürümeyi inanılmaz zorlaştırmıştı. Hayatımın en zor yürüyüşünü yapıyordum, mücadele veriyordum. Nefesim kesildiğinde ‘Çocuklarım için’ diyor, enerjim tükendiğinde zirveye varmış halimi düşünüyor, midem çok bulandığında aklıma çeşitli güzellikler getirerek beynimi aldatmaya çalışıyordum. Yüzlerce metre çıkmıştım ama son 50 metre bitmek bilmiyordu. Karşıdan esen kuvvetli rüzgâr yüzümü dövüyor, ayaklarım buza yapışıyor ve sırtımdaki çanta her adımda daha da ağırlaşıyordu. Zirveye benden önce varanların yüzündeki ifadeyi gördüğüm mesafeye geldiğimde ‘Oldu bu iş’ dedim ve son 3-5 metreyi nasıl yürüdüğümü bilmeden Ağrı’nın en üst noktasına, 5 bin 137 metreye ulaştım. Gözlerim dolmuştu. Sonra da hayat dondu. Yanımda getirdiğim bayrak vardı. Şiddetli rüzgârdan dolayı açamadım. Bir-iki fotoğraf ve video sonrası inişe geçtik. Yol boyu aklımda hep zirvede geçirdiğim 5-10 dakikalık süre döndü durdu. Akşam yemeği kutlama şeklinde geçti. Gruptaki herkes zirve yapmıştı ve çok mutluydu. Büyük bir rahatlama ve savaş kazanmış muzaffer komutan edasıyla çadıra gittiğimde içim içime sığmıyordu. Türkiye’nin çatısına çıkmış ve inmiştim. Kendi sınırlarımı zorlayıp çıtayı oldukça yükseltmiştim. Artık benim için hayatta hiçbir şey imkânsız değildi ve meşakkatli bir yolculuğu bitirmenin formülü ilk adımı atmaktaydı.